Odağınızda ne var?
Değişimin ve hızının belirleyici etkisi her geçen gün artarken kendimiz, işimiz ve hayatımız için yaptıklarımızda ne kadar bilinçli seçimler yapıyoruz? Farklı düzeylerde hepimizin öncelikleri belirlemek, çözümlere odaklanmak ve değişimi gelişime dönüştürebilmek adına odağımızı gözden geçirmeye ihtiyacı var.
Yeni ufuklar göz alabildiğinden geniş, büyük resimler her zamankinden flu ve akışkan, önümüze çıkan gerçekler daha karanlıksa, daima bizim belirleyicisi ve yürütücüsü olabileceğimiz bir yer var: Odağımız.
Kaos ve belirsizlik karşısında bireylerden insanlığa kadar çok farklı ölçeklerde problem çözme ve hatta karşılaşmadan problemleri öngörme açısından, odaklarımızı yeniden belirlememiz ve değişim paralelinde öğrenerek sürekli geliştirmemiz gereken yeni bir yolculuktayız. Tüm bu çabaların odağında da şüphesiz daha derin anlamlar bulmak ve bu anlamlı hedefleri hayata geçirmek şeklinde ifade edebileceğimiz yeni görevlerimiz var.
Odaklanma, çok basitçe dikkati bir hedefe veya belirli bir konuya yoğunlaştırma ve gerekli eylemleri bu alanda planlama ve yürütme süreci olarak çerçevelendirebiliriz. Bu sayede, bir görev, proje, amaç veya düşünceyle ilgili enerji ve kaynakları bir noktaya yoğunlaştırmış da oluruz. Dikkati dağıtan unsurlar ve doğrudan etkileyemeyeceğimiz faktörlerden uzak durmak, uygulanabilir bir eylem planı oluşturabilmek açısından fayda sağlayacaktır.
Dikkat, kaygan zemin!
Ancak dikkati dağıtan unsurlar kısmında, odaklanma perspektifinin bir ikilem yarattığını düşünmek de olası. Bugün kendi kelime anlamını delip geçen değişim olgusunu, tekil başkalaşmalardan çok paradigma değişimleri üzerinden okumak gerektiğini düşünüyorum. Aksi taktirde, hızına asla yetişemeyeceğimiz değişim unsurları, her şeyin önünde yeni bir sis perdesi oluşturarak ne değişimi anlamayı ne de odaklanabilmeyi mümkün kılıyor.
Odaklanma yaklaşımı, tek başına bir kuram ya da yöntem değil elbette. Tüm bilimsel metodolojilerin, kabul görmüş modellerin temelinde yatan parçalardan biri. Özellikle iletişimde, pazarlamada veya iş yaşamında adı sürekli değişse de karşımıza çıkan modellemelerde hep yer alan vazgeçilemez bir safha… En basitinden bilimsel bilginin temelinde odaklanmayı görürüz. Tez konusu belirleyebilmek için, ilgili alanda tüm literatürü tarayıp günün sonunda değişkenlerin ve çalışma konusunun tanımlanabildiği tek bir cümleciğe ulaşmak zorunda olmaya benzetiyorum odaklanmayı bu açıdan. Ve her stratejik çabanın gizli kahramanlarından birine…
Değişim unsurları demiştik. Peki “hiper hızlı” değişim dinamikleri ile odaklanma perspektifi birbirine zıtlıklar mı yakınlıklar mı getiriyor? Odak alanlarımız keskinleşir ve daralırsa tüm diğer unsurları görmezden mi gelmiş oluruz? Yoksa büyük resmi görmeye çalışmak bizi hiçbir noktaya odaklanamaz hale mi getirir? Meseleyi bir korelasyondan öte bir bütünlük içinde okumaya çalışıyorum. İki elin ayrı yüzleri gibi kendi döngüsünde bir bütün, sınırsız bir neden-sonuç ilişkisi. Her stratejik çabada yer alan aşamalar olarak, referans çerçeveyi doğru belirlemek ile hedef ve stratejik kararın geçerliliği arasındaki ilişki gibi, içinde hem nesnel gerçekleri hem öznel seçimleri barındıran bir süreç bu.
Bu bağlamda odaklanma perspektifini sahiplenmek, değişimin çok güçlü olduğu koşullarda diğer unsurları görmezden gelebilmek için bir at gözlüğü takmak değildir. Aksine odaklanmak, diğer unsurları da hesaba dahil edip esas ihtiyaç ve hedef doğrultusunda gayet bilinçli yapılan bir seçim ve eylemler bütünüdür. Verilen kararları sadece doğru-yanlış kriterinde değerlendirmektense, kim ve ne olduğumuza dair esas ve belirleyici olanın bu seçimleri yapabilmek olduğunu düşünüyorum. Daha da ötesinde, zamanı için aşırı cesur veya ilgisiz olarak görülen bazı seçimlerin, sürdürülebilir bir planda, hayata ısrar ve inançla geçirildiğinde, oyunun kurallarını değiştirdiğine tanık olduğumuz o kadar çok yolculuk sayabiliriz ki! Eşsiz başarı hikayeleri diyerek efsaneleştirdiğimiz ama geçmişlerini göz ardı ettiğimiz onlarca markanın odaklanma ve gelişme hikayeleri gibi…
Odaklandıkça daha çok pozitif değişim yaratabilmenin yollarını keşfederiz.
Alışmak mı dönüştürmek mi?
Pandemi, yakın dönemde gördüğümüz en büyük paradigma değişimini yarattı. Sonrası gittikçe ivmelenen bir araç, büyüyen bir kartopu misali, malum. Öncesine ait birçok değişim konusu, büyüyen çığda daha çok gündeme çıkabildi. Maalesef çok öncelerinin geçerli konusu sürdürülebilirlik bile, “daha çok zaman var”dan “hemen şimdi” ciddiyet seviyesine, bu dönem sonrasında yükselebildi. Değişim ile ilişkimizi ve buna göre gösterdiğimiz çabayı gözden geçirmekle yüzleşiyoruz diyebiliriz. Bu, durumun olumlu taraflarından…
Sürecin yarattığı, bana göre en olumsuz taraf ise her şeyin eksenine değişimi koymaya çalışmak ve bunun neden olduğu algısal kaymalar. Örneğin mevcut durum analizini veya var olan bir planı, hiçbir somut değerlendirme ve ölçüm yapmadan değiştirmeye veya yenilemeye çalışmanın, bu arada tamamlanması gereken süreçleri bir anda terk etmenin yarattığı kısır döngüler, bu tür algı kaymalarının belirtileri arasında. Ya da daha somut örneklerini görebileceğimiz üzere, değişimi yönetmek ve dönüştürmek gerekliliğinden kaçarak değişimi sadece “yetişebilmek ve alışabilmek” kriterlerinde önceliklendirmemiz.
“Timeline”, FOMO ve “Biz de böyle bir şey yapmalıyız”
Köklü değişimler ve etkili belirsizlikler, kaygılarımızı ve davranış biçimlerimizi, her alanda etkilemeye devam edecek. Çünkü bir yanımızla kendimizi her şeyin merkezinde algılama yanılgısı içindeyizdir ya da merkezinde olmak için çaba göstermeye eğilim gösterebiliriz.
Günceli kaçırma korkusu olarak tanımlanan ve özellikle sosyal medyada yarattığı olumsuz davranış etkisi ile kendini gösteren Fear of Missing Out (FOMO) durumu, çok daha farklı ve geniş alanlarda geçerli bir endişe türü haline geldi. Çünkü değişim unsurları olarak karşımıza çıkan gündem, belirsizlik, tehlikeler ve bunlara bağlı kaçınma ve rekabet gibi faktörler, bireylerden organizasyon ve toplumlara kadar her yapıyı, kendi odak alanlarından çıkararak sürekli bir arayışa itiyor.
Bireyler gibi yapılar da gündem ve diğerleri üzerinden bir yetişme çabasında. Ve elbette markalar… İletişim kanalları ve yapısal çeşitlilik açısından değerlendirdiğimizde nicelik olarak müthiş bir artış görmemize rağmen, aynı ivmede keskin bir tektipleşme ile de karşılaşıyoruz. Ortak konular ve amaçlar etrafında birleşebilmekten, birlikte hareket edebilmekten anladığımız bu olmamalı. Kurumların sosyal medya hesaplarından tutun bireysel gelişim alanlarına kadar bu eksende ilerleyen bir iletişim ortamının içindeyiz. Köklü ve güçlü yapılarına rağmen güncel gereklilikler ışığında kendi anlam ve amaçlarını dönüştürememiş, hedef kitleleriyle yeni ortak değerler yaratamamış markaların, “Metaverse dünyasında arsa” kapmaya çalışarak trendi yakalama çabalarına tanık oluyoruz.
Bilinçli bir şekilde odaklanmak ve değişim yönetimi
Odaklanma yaklaşımının her yerde kendini gösterdiğini konuşmuşken değişim olgusu bağlamında, John P. Kotter’in 8 Adımlı Değişim Modeli’ni bu gözle okumayı deneyelim.
Yaptığı araştırmada kurumlarda denenen değişim girişimlerinin istenen etki ve başarıyı sağlayamadığını tespit eden John Kotter, daha sonra yayımladığı “Leading Change” kitabında kurumların değişim süreçleri için geliştirdiği modeli sunmuştur.
Kotter, başarılı bir değişim süreci yönetmek için sekiz önemli aşama belirliyor:
- Aciliyet duygusu yaratmak
- Güçlü yol gösterici koalisyonlar oluşturmak
- Bir vizyon ve strateji geliştirmek
- İletişim kurmak
- Engelleri kaldırmak
- Kısa vadeli kazançlar yaratmak
- Kazanımları pekiştirmek ve güçlendirmek
- Değişimin kalıcı olmasını sağlamak
Burada ayrıntılara girmeden değişim sürecinin başlangıcı olan “Aciliyet Belirleme” ve 6. aşama olan “Kısa Vadeli Kazançlar Yaratmak” adımları üstünden odaklanmanın önemini bir kez daha vurgulayalım. Aciliyet yaratmayı, karmaşa ve belirsizlikten kurtulma adına sorunun çözümünde güçlü bir temel ve uzlaşı oluşturmak için tetikleyici bir başlangıç noktasına odaklanma süreci olarak değerlendirebiliriz. 6. aşama ise değişim sürecinde kısa vadeli kazanç ve hedeflere odaklanmanın başarı için temel gereklilik olduğunu ortaya koyuyor. Tıpkı başlangıçta bir odak belirlendiği gibi, değişim sürecinde de somut çıktıların yaratılabilmesi gerekiyor. Somut çıktılar yaratabilmek, belirecek zihinsel karmaşalar ve yeniliğin getirdiği olumsuzluklara karşı bir önlem aynı zamanda. Çünkü değişim süreci, her daim uzun ve zorludur. Doğru odak alanları ve hedefleri belirlemeden ilerlemek; tamamıyla büyük resime bakmak ve mücadele etmeye çalışmak; yenilmez orduları ve aşılmaz görünen dağlarıyla karşımıza çıkan değişim sürecini yönetmekte hepimizin çaresiz hissedebilmesine yol açacaktır.
Artık “default” bir zihin berraklığı durumuna sahip olmayı beklemektense aciliyetler çağında kendi aciliyet odaklarımızı aramakta fayda var. “Biz de acilen böyle bir şey yapmalıyız!” yanılgısıyla birlikte son zamanlarda çokça kullandığımız “Şu dönem bir geçsin de…” ifadelerinin bir hükmü kalmadı diyebiliriz. Hayatımızı, işimizi, kararlarımızı etkileyen eşzamanlı ve sayısı katlanan faktörleri yönetebilmek ve dönüştürebilmek, ayakta kalabilmenin ötesinde anlamlı ve kazançlı bir şekilde ilerleyebilmenin, yegane yetkinlikleri arasında.